AVUKATLIK MESLEĞİNİN TÜRKİYE DE GELİŞİM SÜRECİ
Avukatlık mesleğinin Türkiye'de ki gelişim aşamaları sırasıyla şu şekildedir:
1.Tanzimattan Önceki Dönem
2.Tanzimattan Sonraki Dönem
3. Meşrutiyet Dönemi
4. Cumhuriyet Dönemi
5. Lozan Sonrası Dönem
1. Tanzimattan Önceki Dönem:
Osmanlı tarihinde 1800’lü yıllara kadar “Dava Vekili” adıyla
meslek yapan bir sınıf yoktu. Fakat bu tarihlerde ve bundan çok önceleri,
“Arzuhalciler” sınıfı diye bir sınıf vardı.
Evliya Çelebi bunlardan şöyle bahseder: “Esnafı
Yazıcıyan Dükkan 400, Nefer 500. Bu tayfa ordu ve pazarda, Sadrazam kapısında
arzuhal ve mekatip tahrir ederler. Pirleri Kasım İbni Abdulkufi’dir. Selmanı
Farisi belini bağladı. Kabri Cidde kurbinde, ceddemiz Hz. Havva yanındadır.
Bunlar bugünkü anlama göre avukatın iki esaslı vazifesi olan
“yazı ile müdafaa ve sözle müdafaa”dan birincisini yaptıklarına göre, Türk
avukatlık mesleğinin çekirdeği sayılabilirler.
Osmanlı İmparatorluğunda, her mesleğin bir ocak kurduğu ve
mensuplarının belli bir nizama bağlandığı devirlerde, halkın, devlet kapısında
ve çeşitli özel durumlarda, halini arz edebilmek için dilekçe ve mektup yazma
ihtiyacı, “arzuhalcilik” mesleğini ortaya çıkarmıştır. Evliya Çelebinin, esnafı
yazıcıyan diye bahsettiği bu mesleğe herkes giremezdi. Çünkü Şeriat kapısına
müracaat etmek bir usüle tabiydi ve arzuhalci olmak için “ocaktan yetişmek”
gerekiyordu. Ellerinde “izni müş’ir teskere” (Ruhsatname) olmayanlar icrayı
san’attan memnu idiler.
İlk dönemlerde bu meslek mensupları, kişilikleri üzerinde
titizlikle durulan, çalışmaları ruus almalarına bağlı ve örgüte mensup
kimselerdi. Ancak sonraları gelişi güzel bazı okuryazarların aralarına girmeleri
ve işlere karışmaları mesleği yozlaştırmaya başlamıştır.
Tanzimat öncesi, davalar ve anlaşmazlıklar Şer’i hükümlere
göre çözümleniyordu. Bir anlaşmazlık hakkında savunma yapmak, o anlaşmazlıkla
ilgili hüküm vermek, fıkıh kitaplarını ve fetvaları inceleme neticesi, olası
olabiliyordu. Kadılar her iki tarafı dinler ve olayın oluş şekline şer’i
hükümleri uygulayarak karar verirdi.
İşte bu ihtiyaçtan dolayı, karmaşık bir hukuk sistemi olan
fıkıh içinde bazı hükümlerin seçilmesi gerektiğinden taraflara bu anlamda
dışarıdan yardımcı olmak için kadı yanında çalıştıktan sonra ayrılmış, davaları
ayrıntılı bilen “muhzir”ler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu kişiler giderek
mahkemeye de başvurmaya başlamışlardır.
Bunlardan başka bir de mahkemelerde iş yapan, Karamanlı,
İncesulu, Niğdeli mahalle bakkalları vardı. Bunlar İstanbul’un lüks yazlık
semtlerinde oturur, alışveriş nedeniyle kadı ve mahkeme çalışanları ile tanış
olmaları nedeniyle vatandaşlar tarafından dava vekili olarak
görevlendirilirlerdi. Asıl işleri bakkallık olan bu kimseler bakkal
dükkanlarını çıraklarına bırakıp, mahkeme koridorlarında dolaşırlardı. Bu
kişiler genellikle cepleri zarf ve kağıtlarla dolu olduğu için “Kağıt Kavafı”,
ya da büroları olmayıp ayakta dolaşmaları nedeniyle “ayak kavafı” olarak
adlandırılmışlardır.
Çoğunlukla okuma yazması bile olmayan kavaflar, insanları
kandırarak para alırlar ve ciddi zararlara yol açarlardı. Halk bu kimselere bu
nedenle "yalancı, müzevir” isimlerini takmıştı. Bu mesleklerin avukatlıkla
doğrudan ilgisi olmamakla beraber, toplum tarafından avukatlar için kullanılan
birçok sıfat ilk defa bu meslekler için kullanılmıştır.
Tanzimat ve Sonrası Dönemi
1839 Tazminat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanı ile ortaya
çıkan bu dönemde hedeflenen amaç devlet yapısının yenilenmesi amacını taşır.
Ancak reformcu bir nitelik taşıdığı Batılılaşma hareketinin
başlangıcı sayıldığı ve gerek kanunlar düzeyinde ve gerekse hukuk eğitimi ve
adliye teşkilatına ilişkin düzenlemelerle İslam’ın hukuk alanındaki mutlak
otoritesine son veren bir dönem olması bu dönemi oldukça önemli kılmıştır.
Bu dönemle birlikte yabancılar ile Osmanlı tebaası
arasındaki ihtilafların çözümünde rol oynamak üzere bir yandan bazı özel
mahkemeler kurulmaya diğer yandan da başta Ticaret Kanunu olmak üzere birçok
kanun batıdan aynen alınıp uygulanmaya başlandı. Bazı ceza kanunları ve buna
ilişkin usul kanunları da tercüme edilerek alınmıştır.
Fakat belirtmek gerekir ki bunların hiçbiri temel kanun
niteliğinde düzenlemeler değildir. Örneğin, Medeni Kanun olarak Fransız Cod
Civil’in ticaret hukukuna ilişkin maddeleri iktibas edilmiş, fakat Aile ve
Borçlar Hukukuna ilişkin hükümleri alınmamıştır. Bu nedenledir ki, Tanzimat
sürecinde “iktibas” edilen hukuklarla “ana hukuk”arasında çok kısa süre içinde
boy gösteren uyuşma sorunlarının akabinde “medeni kanun” tartışmalarının ortaya
çıkması da çok gecikmemiştir.
Ticaret ve Nizamiye Mahkemelerinin kurulmasıyla (1864) diğer
Avrupa ülkelerinin Medeni Kanunlarına benzer bir medeni kanuna ihtiyaç
duyulmuştur.
Dönemin en önemli devlet adamlarından Ali Paşa medeni kanun
konusunda, milli bir kanun yapmaktan ziyade Fransız Medeni Kanunu (Cod
Civil)’nun aynen iktibas edilmesini savunuyordu. Buna karşın başta Ahmet Cevdet
Paşa olmak üzere hamiyetli bazı devlet ve ilim adamlarının karşı çıkmasıyla
Osmanlı Hukukunun, tam anlamıyla Batı Hukukunun etki alanına girmesine uzunca
bir süre engel olunmuş ve Türk Aile Hukukunun Fransız Aile Hukuku ile
aynılaşması 1926’lara kadar engellenmiştir.
İşte bu dönemde Ahmet Cevdet Paşa Başkanlığında Mecelle
hazırlanmış ve 8 yılda 16 ayrı kitap halinde yayınlanmıştır.
Mecelle, Türk Hukuk sisteminin Resepsiyonunu uzun süre
geciktirmesi bakımından çok önemli bir eserdir. Bir kanun olmaktan çok, fıkhın
(İslam Hukukunun) dağınık kitapları içinde bulunan hükümlerden ihtiyaca uygun
olanların ve evrensel nitelikte olanların derlenmesiyle ortaya çıkan mecelle
1926 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.
Gerek dünya görüşü gerekse mesleki formasyon açısından sistem
içerisinde “Batı”yı temsil eden avukatlık mesleği Tanzimat kanunlaştırma
hareketleri kapsamında Batıdan Osmanlı hukuk sistemine ithal edilen “yeni bir
meslek”tir. Bu dönemden başlamak üzere bu meslekle ilgili birçok düzenleme
yapılmıştır.
1864 tarihli, “Usulü Muhakematı Ticaret Nizamnamesi’nin 28.
Maddesinde “tarafların mahkemeye bizzat gelmeleri veya vekil tayin etmeleri
mecburiyeti konmuş”, vekalet akdinin şekli hakkında da açıklayıcı hükümler yer
almıştır.
1885 tarihinde “Mehakimi Nizamiye Dava Vekillerinin Usulü
İntihap ve İmtihanlarına Dair Kararname” gereğince; dava vekilliği mesleğine
girecekler için imtihan usulü konmuş ve şartları açıklanmıştır. Bu tüzük
1901’de neşredilmiştir.
13.01.1876 tarihinde yürürlüğe giren Dava Vekilleri
Nizamnamesi Türkiye’de avukatlık mesleğini düzenleyen ilk metin olarak kabul
edilir. Zira ilk defa bu nizamname ile, vekalet işlerini üzerlerine alanlara
resmen “dava vekilliği” unvanı verilmiştir. Nizamnameye göre dava vekili
olacakların Hukuk Mektebi mezunu olmaları şartı konmuş ve rastgele şahısların
mesleğe girmeleri önlenmiştir. Yine aynı tarihlerde Mektebi Sultaniye’de yeni
bir sınıf açılarak hukuk dersleri okutulmaya başlanmıştır. Buradan mezun
olanların Adalet Bakanlığı’na bağlı bir komisyonda sınav vererek başarı gösterdikleri
takdirde dava vekilliği yapabilecekleri esası kabul edilmiştir.
Bu nizamnamenin 30. Maddesinde,
“Dava vekillerinin umur ve hususatına bakmak ve Nezaretı
Ahkamı Adliye tarafından icra olunacak tebligatı resmiyeye vasıta ittihaz
kılınmak üzere bir cemiyeti daime tesis olunacaktır.”
demek suretiyle yeni kurulan bu cemiyete bazı görevler
yüklenmiş ve baro işlevi kazanması amaçlanmıştır.
Tanzimat döneminde filizlenmeye başlayan avukatlık mesleği
hem “mesleki” yönden hem de “meslek kuruluşu” yönünden doğrudan adliye
nezaretine bağlıydı. Bu nedenle dava vekillerinin mesleklerini bağımsız olarak
ifa etmeleri mümkün değildi. Üstelik müvekkilleri de dava vekillerini özgürce
seçme hakkına sahip değildi.
Mithat Paşa ve arkadaşlarının meşhur Yıldız mahkemelerinde
yargılanmaları ve 3. günde cezanın kesinleşmesi düşünüldüğünde savunmanın bir
kurum olarak henüz teşekkül etmediği söylenebilir.
Ayrıca bu nizamname tüm avukatları kapsamıyordu. Çünkü
yabancı avukatların konsolos mahkemelerinde ve ticaret mahkemelerinde görev
yapmaları mümkündü. Hatta bu avukatlar kendi barolarını “Dava vekilleri
Cemiyetinden” çok önce “Bareau de Constantinople” adıyla kurmuşlardı.
Dava vekilleri nizamnamesinin önemi, savunma mesleğinin ilk
yazılı metni olması ise de asıl önemi gerek Tanzimat sürecinde gerekse
Cumhuriyet Türkiye’sinde avukatlık mesleğine bakışı belirleyecek temel ilkeyi
1876 yılında koymasıdır.“Avukatlar ya doğrudan Adliye Nezaretine bağlı
çalışacaklardı ya da nezaret altında”
1876 tarihli dava vekilleri nizamnamesi gereği, dava
vekilleri ilk toplantılarını 5 Nisan 1878 tarihinde yaptılar. Bu ilk toplantıya
63 kişi katılmıştır. Bu üyelerden on biri Müslüman otuz sekizi Ermeni’dir. Geri
kalanlar Rum, İngiliz, Fransız ve İtalyan’dır.
İlk genel kurulu en yaşlı üye olması hasebiyle Kostaki
Sardenski açmıştır. Yapılan seçimlerde ise Meryem Kuli Efendi, Reisi Evvel;
Mehmet Şehri Efendi, Reisi Sani; Karabet Gürcü Efendi, Katiplik ve Saymanlık
görevlerine getirilmiştir. Bedros Şaşıyan, Kostaki Sardenski, Agop Mırcikyan
yönetim kurulu üyeliklerine seçilmişlerdir.
O tarihlerde Müslümanlar, Kafkaslarda, Balkanlarda, Yemen
Çöllerinde savaştan savaşa koşmaktaydılar. Bu nedenle hizmet sektörü
azınlıkların ve Müslüman olmayan halkın elindeydi. Müslüman ve Türk Osmanlı
vatandaşı devleti adına askerlik, memurluk, kadılık yapmaktaydılar. Dava
Vekilliği gibi ayak kavafı, müzevir olarak aşağılanan bir mesleğe ilgi
göstermiyorlardı. İlk Baro Levhası 1879 yılında düzenlendiğinde levhada bulunan
105 avukattan birçoğu azınlıklardandı.
17 Haziran 1880 tarihinde ise hukuk derslerini programına
alan bir hukuk mektebi öğrenime başlamıştır. Okul yönetmeliğinin 35. Md.’si
gereğince okuldan mezun olanlar dava vekilliği yapma hakkını kazanıyorlardı. 17
Haziran 1880 tarihi aynı zamanda İstanbul Hukuk Fakültesinin kuruluş tarihidir.
Bu mektebin ilk mezunlarının tamamı azınlıklardır. Bunlar; Artin Mustiçyan,
Diran Bedrosyan, Vartan Muradyan, Vasidis, Yanko Mamopulos, Artin Toptaş’tır.
1884 tarihinde Padişahın iradesi ile “Rumelii Şarki
Vilayetine Mahsus Avukatlık Kanunu” çıkmış ve Türkiye’de ilk defa bir kanun
metninde “avukat” tabiri kullanılmıştır.
1886 yılında çıkan 2. Abdülhamit’e ait bir iradei seniye
ile, dava vekilliğinin; çok yeni bir meslek olması, halkın fakir olması gibi
gerekçelerle, ceza davaları dışında, diplomalı dava vekilleri bulunmayan
yerlerde başkaları tarafından da yapılabileceği emir buyurulmuştur. Böyle bir
fermanın çıkmasında Hukuk Mektebi mezunu olmayan fakat 1876 tarihli Dava
Vekilleri Nizamnamesine kadar bu yoldan para kazanan, ayak kavafı ya da
müzevirlerin de etkisinin olduğu söylenebilir.
Meşrutiyet Dönemi
Meşrutiyetin ilanından sonra Dava Vekilleri, 31 Temmuz 1908
‘de Divan yolunda Arif’in Kıraathanesinde toplanıp birtakım kararlar
almışlardır. Bu kararlar:
(a) Toplum içinde dava vekilleri hakkında oluşan kötü
düşünceleri ortadan kaldırmak, en kutsal haklardan olan savunma hakkını halka
anlatmak
(b) Kanuni ve ahlaki yönden niteliksiz insanların
mahkemelere kabullerine engel olmak ve bu konuda resmi makamları uyarmak.
(c) Hukuk Mektebi mezunlarına basit bir sınav neticesi
ruhsatname vermek.
(d) Dava Vekilleri ile ilgili bir levha düzenlemek ”
şeklinde olmuştur.
İstanbul Barosunun bugün yürürlükte olan levhası 21 Ağustos
1908’de alınan kararla hazırlanan levhanın devamıdır.
1908 Birinci Meşrutiyetin ilanından sonra, Meşrutiyet
İdaresince vekalet görevi ile ilgili çeşitli kanun ve nizamnameler çıkarılmış
ve bu tarihten sonraki nizamnameler tüzük mahiyetinde sayılmıştır.
1911 tarihinde yabancı hukuk mekteplerinden mezun olan ve 3
yıl Türk Mahkemelerinde vekalet görevi yaptığını belgeleyen ve verecekleri
imtihanla bunu ispat eden dava vekillerinin “Dava Vekilleri Cemiyeti”nden
ruhsat alabilecekleri kabul edilmiştir.
1916 tarihli “Memaliki Osmaniye’de bulunan ecnebilerin Hukuk
ve Vezaifi” Hakkındaki Geçici Kanunda da avukatlık mesleğinin yalnızca Türklere
ait olacağı belirtilmiştir.
Cumhuriyet Dönemi
1923 yılında Cumhuriyet'in
ilanından hemen sonra henüz 1924 Anayasası hazırlanıp yürürlüğe dahi girmeden 1924'te 460 sayılı
Muhamat Kanunu çıkarılmıştır. Bu yasa Türk hukuk devriminin ilk yasasıdır. 1926'da yapılan
bir değişiklikle muhamat kelimesi avukatlık, muhami de avukat olarak değiştirilmiştir. Muhamat Kanununun getirdiği en önemli
değişikliklerden birisi Türkiye'de avukatlık yapabilme hak ve yetkisinin Türk
vatandaşlarına tanınmış olmasıdır; ancak o tarihe kadar ülkede avukatlık yapmış yabancıların durumu (Lozan
Antlaşması gereği) kazanılmış hak kabul edilerek, avukatlık yapabilmelerine de olanak
tanınmıştır. Yine ülkenin o günkü koşulları gereği avukat bulunmayan (ya da avukat sayısı belli bir
sayıyı geçmeyen) yerlerde dava vekilliğine de izin verilmiştir. Kanun avukat olabilmek için hukuk
fakültesini bitirmeyi veya bir yabancı hukuk fakültesinden mezun olmakla birlikte Türk Hukuk
Fakülteleri programlarına göre fark derslerinin verilip, eşdeğerlik belgesi alınmasını, ayrıca üç
yıllık bir sürede cinayet mahkemelerinde staj yapılmasını
öngörmekteydi. Bu yasa ile avukatlık tam anlamıyla bir meslek
haline gelmiştir. Meslek olmanın tabiisonuçlarından biri olan meslek örgütü
(Baro) kurulması gündeme gelmiş, bu mesleği yapan kişisayısının 10'u geçmesi halinde
bir baro kurulacağı, baroya kaydolunmadan avukatlık yapılamayacağı ve avukatlık
mesleğinin icra edilmesi sırasında avukatların özel bir kıyafetinin olması yasada yer almıştır.
Muhamat Kanunu Türkiye'nin her yerinde o tarih itibariyle avukat ve barolar olamayacağını düşünerek
ve kazanılmış hakların da korunması gerektiği düşüncesiyle dava vekilliğini de kaldırmamış, bazı
koşullarda buna izin vermiştir.
Muhamat Kanunu bir çok önemli ilki içeren ve
en önemlisi de avukatlık kavramını günümüz anlamında kullanan ilk yasa
olarak avukatlık mesleği için önemli bir kanundur. 1938 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.
Cumhuriyet tarihinin ikinci Avukatlık Yasası,
3499 sayılı yasadır. 1938 yılında yürürlüğe giren 3499 sayılı Avukatlık Kanunu ile
yeni bir sürece girilmiş avukatlık meslek ilkeleri ve barolar daha ayrıntılı olarak düzenlenmiş,
serbest bir meslek olmasının yanı sıra avukatlığın bir kamu hizmeti olduğu da vurgulanmıştır. Her ne
kadar kamu hizmeti tanımı yapılmasa da, bu kavramın kanunda yer alması mesleğin ilerleyişi
için bir dayanaktır. Avukatlar, zaman içerisinde arzuhalcilikten dava vekilliğine; dava vekilliğinden
yazılı sözlü görüş bildiren hukuki yardım mensununa ve nihayetinde de buradan kamu hizmeti
niteliğinde görev yapan meslek mensubuna evrilmiştir.
Bu yasayla avukatların sahip olduğu hak ve
ayrıcalıklar arttırılmış, zorunlu meslek sigortası getirilmiş, avukatların
yükümlülükleri artmıştır.
3499 sayılı Kanun ülkemizde avukatlığın
gelişmesine büyük katkı sağlamış, ancak değişen dünya
koşulları ve ülkenin
sosyo-ekonomik ve kültürel gelişmesi karşısında yetersiz kalmış, bu kez 1969
yılında yürürlükten
kaldırılmıştır.
1136 sayılı Avukatlık Kanunu eski kanunu
yürürlükten kaldırarak 1969 yılında yürürlüğe girmiştir.1924 Anayasası kuvvetler
birliğini benimserken 1961 yasası kuvvetler ayrılığına dayanıyordu ve yeni anayasal kurumları da
beraberinde getiriyordu. Bu yüzden yetersiz kalan Avukatlık Kanunu da 1961 Anayasasına uyumlu olarak
yenilendi. Bu kanunun en önemli etkisi baroları
güçlendirmesi ve Barolar Birliğinin kurulmasını sağlamak olmuştur. Türkiye'nin tüm
barolarından seçilerek gelen delegeler Ankara'da genel kurul oluşturarak Türkiye
Barolar Birliği'ni kurup, fiilen hayata geçirmişlerdir. 1136 sayılı Avukatlık Yasası, avukatlık
mesleğinin “kamu hizmeti” olduğuna ısrarla vurgu yapmıştır. Bununla beraber
mesleğin bir serbest meslek olduğu da kanunda belirtmiştir. Bundan başka avukatın hak ve
sorumlulukları bakımından devlet memurlarına, daha doğrusu C. Savcılarının mertebesine yakın bir statüye
sokmuştur. Vekaletname olmaksızın dosya tetkiki, evraktan suret çıkarma, tebligat icrası gibi
yetkilerin üzerinde önemle durulmuştur. Avukatlık ruhsatının Adalet
Bakanlığı'ndan değil; meslek
örgütünden Barolar Birliği'nden alınması esası getirilmiştir. Avukatlık mesleğinin kapsamı genişletilerek
“savunma mesleği” olmasının yanı sıra “hak arama mesleği” olduğu da kanunda vurgulanmıştır.
Böylelikle avukat çekişmesiz işlerin de takibini yapabilecektir. Aslında “hak arama faaliyetine”
ilk zamanlar hoş bakılmamış, mesleğin bozulma nedeni olarak algılanmışsa da zaman içinde
avukatlık mesleğinin ikinci ve önemli bir faaliyeti konusu haline gelmiştir. Son olarak da Sosyal
Sigortalar Kurumu ile Türkiye Barolar Birliği arasında bir tip sözleşme yapılarak tüm
avukatların zorunlu olarak malullük, yaşlılık ve ölüm sigortasına girmesi kararlaştırılmıştır.
Bu yasa, 3003 sayılı ve 1984 tarihli yasayla
1982 darbesine uyumlu hale getirilmiştir. Meslek örgütlerine bağlılığı bazı
mesleklerde isteğe bağlı hale getirmiş, sonuç olarak da baroya kayıtlı olan ve olmayan avukat ayrımına sebep
olmuştur.
1136 sayılı Kanun, 2001 yılına kadar ondan
fazla değişikliğe uğramış, son olarak 2001 yılında kapsamlı bir değişiklik getiren
4667 sayılı Yasa ile bugünkü halini almıştır. Bu Yasa ile getirilen en önemli değişiklik, barolar ve
Türkiye Barolar Birliği'nin büyük ölçüde Adalet Bakanlığı'nın vesayetinden kurtulmaları ve
bağımsızlaşmaları olmuştur. Diğer büyük bir yenilik ise savunma mesleği olarak avukatlığın
yargının kurucu unsurlarından olduğunun açıkça belirtilmesidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder